“Lüfer denizlerin canavarı, pirinası,
kendi boyundan kücük hatta boyuna eşit
her tur canlıya saldıran dişlerinin sivriliği
ve yüzüş hızıyla Boğazın en acımasız avcısı.
Palamut sürülerine saldırdığı, kendi
türünü yiyen bir yamyam olduğu ve hatta
yunuslara bile saldırdığı anlatılmakta.
Milyonlarca insanın her gün üzerinden
geçtiği ve neden her sene geldiğini tam
olarak bilmediği, efsanelere konu olmuş
Boğazdan gecen canavar bir balık ! Boğazda
hikayeleri anlatılan, panik içerisindeki sürüler, yüzerken
yalılara toslayan dev mavi yüzgecli orkinos ve onun pesinde
gelen büyük beyaz köpekbalıklarını kaybettik. Marmara’da
bolca avlanan ıstakozları, Boğazın dalyanlarında avlanan kılıç
balıkları, Akdeniz fokları terk etti 1960’larda, son olarak ta Boğaz’ın
uskumrusu. Lüfer sıradaki mi?”
Lüfer /Bluefish Belgesel Filmi için hazırlanan bu tanıtım
yazısı dahi denizlerdeki tehlikeyi anlamamıza yardımcı
oluyor. Bu yıl !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin ‘’Ev’’
boÅNlümünde gösterilen Lüfer belgeselinin yönetmeni olan
Mert Gökalp ile belgesel hakkında bir röportaj yaptık.
Miami Üniversitesi, Okyanus Bilimleri mezunu olan Gökalp şimdilerde ise
Wageningen Üniversitesinde(Hollanda) doktora yapıyor ve tez aşamasında
süngerler ve sürdürebilir sünger yetiştiriciliği üzerine çalışıyor. Tabi;
lisans eğitimini ODTÜ Mühendislik Fakültesinde Petrol Mühendisi olarak
tamamlamış ve amatör bir şekilde yaptığı dalışlar eğitim hayatını da şekillendirmiş.
Mert Gökalp ile Lüfer /Bluefish filminin çekilme hikayesini, yaşadıkları
zorlukları ,belgeselle alakalı ilginç detayları, çalışmaları ve yeni çalışmaları
hakkında samimi ve net bir röportaj yaptık. Bu arada Gökalp ; serinin devamı
niteliğinde bir belgesel olan orfoz koruma alanları ve de deniz çingeneleri
ile ilgili iki projenin de yolda olduğunu, çekimlerin tamamlandığını ve
bir yıl içinde de seyircinin karşısına çıkacaklarını söyledi.
Öncelikle bize kendinizden kısaca bahsedebilir misiniz?
M.G: Öncelikle size ve Tünaydın Gazetesi Ailesine çok teşekkür ediyorum
. Lisans eğitimini ODTÜ Mühendislik Fakültesinde Petrol Mühendisi
olarak tamamladım . Amatör bir şekilde dalış bilimi yaptım. Daha sonra da;
Miami Üniversitesinde Okyanus Bilimleri boÅNlümünden burs aldım bir tane.
Oradan da dalış hocalığı eğitimi ve lisansı aldım. Ve doÅNndükten sonra Ankara
Üniversitesinde Deniz Biyoteknolojisi boÅNlümünü okuyup mastırımı
aldım. Daha sonra 2 A.B Projesinde çalıştım bilim adamı olarak ve şu ara
Wageningen Üniversitesinde(Hollanda) doktora yapmaktayım. Tez aşamasında
süngerler ve sürdürebilir sünger yetiştiriciliği üzerine çalışıyorum.
Mesleğe nasıl ve ne gibi koşullarda başladınız?
M.G: Tabi 2000’lerin başlarında profesyonel fotoğrafçılık ve kameramanlığa
başladık. Önce; doğa fotoğrafçılığıyla başladım. Dünyanın farklı
noktalarında, belirli noktalarında (Asya, Avrupa, Türkiye gibi) fotoğrafçılık
yaptım .Yazılar yazdım. Şu an halen Magma dergisinde yazar ve fotoğrafçı
olarak çalışıyorum. Bunun yanında Hollanda’nın Ulusal Televizyonu, özel
bir kanalı(Ntr) ve Türkiye’den İz Tv başta olmak üzere çeşitli televizyonlarda
su altı kameramanlığı yaptım belgeseller için. Ve son olarak bir kısa
film çektim. İmre diye sünger dalgıçlarıyla alakalı. Youtube’den izleyebilirsiniz.
Bir çok festivalde oÅNdülle doÅNndü. Ondan sonra da bu belgesele başlamış
olduk.
Peki neden bu alanda çalışma gereği duydunuz?
M.G: Ben daha önce Türkiye Deniz Canlıları Rehberi bir kitabı yazdım.
Türkiye’deki insanlara deniz canlılarını anlatabilmek, sevdirebilmek ve belki
de korunmalarını sağlayabilmek amacıyla için yazdım. Cünkü; hiçbir şekilde
düzgün bir bilgi yok ortalıkta. Ardından
da Doğa Rehberi adında bir
aplikasyon uygulaması yaptım ve
video goÅNrüntülerini de ekledim. Türkiye
Denizlerinde yaşamakta olan tam 600
türe ulaştık. Bu şekilde başladı aslında.
Biraz rehberlik gibi denizi tanımayanları,
bilmeyen insanlara denizi tanıtabilmek
için bir rehberlik şeklinde başladı.
Lüfer konusu ise Greenpeace’in bilim
takıma girdim “Seninki Kaç Santim”
kampanyası için ve çok etkili bir kampanya
oldu. Aynı şekilde; Defne Koryürek’in
başlattığı (Fikir Sahibi Damaklar
Kurucusu,) “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın
“ gibi kampanyası da çok etkili
oldu. GoÅNrdüm ki; ulaşabildikleri kitleler
bir miktarda kısıtlı kalıyor çok başarılı
olsa da. Bir şekilde destek olmak gerekiyor.
Ve daha fazla kitledeki izleyiciye anlatmak gerekiyor bu hadiseyi diye
düşünerek böyle bir belgeseli çekmeye karar verdim. Böylece de belgesele
başlamış olduk.
Lüfer /Bluefish filminin çekilme hikayesini anlatabilir misiniz?
M.G: Bu aslında bir belgesel serisinin ilk boÅNlümü.Bir şekilde insanları
uyandırmak istedik. Denizlerimizle oluşan durumla alakalı olarak anlatabilmek
istiyoruz hikayeleri. Balıkların ve denizlerin goÅNzünden. Lüferin hikâyesi
de böyle başladı diyebiliriz.
Filminiz aslında balıkçılık camiasının sorunlarına da eğliyor. Belgesel
çekimi esnasında balıkçılar size ne gibi sorunlarını anlatılar ?
M.G: Film esnasında bir çok farklı çevreden balıkçıyla karşılaşmış
olduk. Oltacılar, Geleneksel Balıkçılar, Hobiciler, Zıpkıncılar, Trolcüler, Gırgırcılar
olsun. Bütün balıkçı tipleriyle ve Dalyancılarla bir arada olduk. Aslında
hepsinin bir kaygısı ve bir derdi var. Hepsi; balığın bitmek üzere
olduğunu, geçimlerini, ekmeklerini kazandığı bu denizin bitmek üzere olduğunun
farkındalar. Ama kimse kazancından kolay kolay feragat edemiyor.
Bir şekilde borçlarını ödeyebilmek ve eve ekmek gönderebilmek için ya da
hırslarından dolayı daha fazla avlanma noktasına gelebiliyorlar. Denetimsizliğin
de eksik olduğunu biliyorlar. Açıkçası Türkiye’de her alanda goÅNrülen denetimsizlikten
ve yasal bazı açıklardan balıkçılar da yararlanıyorlar.
Sadece lüfer değil yanlış avlanma kaynaklı pek çok balık türünün
de büyük tehlike altında olduğunu biliyoruz. Peki:20 yıl içinde daha az
mı balık türü göreceğiz?
M.G: Şimdi baktığımızda Lüfer bir sembol. Bundan 3.000 sene önceki
sembol da Orkinos ve Palamut’tu. Şimdi de Lüfer sembol. Şimdi bir çok
balık tehlikede. Keza; Beykoz’un Meşhur Kalkan’ı, Palamutumuz da çok
azalmış vaziyette. Tehlikedeler. Yani; İstavrit bile çok azalmış vaziyette diyebiliriz.
Karadeniz’in Mezgit’i, Uskumru’su, Kolyoz’u,
Boğaz’ın meşhur balıkları yitmiş
vaziyeteler. Sadece; Çanakkale taraflarında avlanabiliyor.
Boğaz’dan tamamen ayrılmış vaziyetteler.
Marmara’da bolca avlanan ıstakozları,
Boğazın dalyanlarında avlanan kılıç balıkları,
Akdeniz fokları terk etti 1960’larda, son olarak
ta Boğaz’ın uskumrusu terk etti buraları . Marmara’da
en son çıkan kararlar sonucu ışıklı avcılığa
izin verildi. Bakalım yanlış avlanma
kaynaklı hangi türler daha yok olacak. Biz aslında
tamamen denizin problemini anlatmaya
çalıştık. Lüfer de sembolümüzdü. Değil 20
sene 5 hatta 10 sene içerisinde pek çok balık
türünün yok olacağını ve bu pazardan alabileceğimiz
pek çok türün yok olacağını düşünüyorum.
Cünkü; pek çok tahmin yürütmeye gerek
yok.20 sene önceki tezgâhlara ve fotoğraflara
bakmak yeterli.
Lüfer /Bluefish’de bugüne kadar konuyla ilgili olarak 1958 ve
2004’de yapılan iki bilimsel çalışmanın var olduğunu goÅNrdük. Dr. Mustafa
Zengin ve çok değerli bilim insanlarının yaptığı son çalışmaları
belgeselde izliyoruz. Peki ;belgesel öncesinde bilimsel olarak lüfer
konusunda ne biliyordunuz ve neleri öğrendiniz ?
M.G: Akademik olarak ifade edersek; ben bir biyolog olduğum için ,okuduğum
makaleler, popüler bilim kitapları ve dalış camiasında sualtı fotoğrafçılığı
yaptığım için bir miktar bilgim vardı. Ama tabi işin içerisine girdiğim
zaman; bilim insanları ve aktivistlerle olmaya başladıktan sonra makaleler
okumaya başladım. İlgimi çekti; bilimsel makaleler ve yazılar. E tabi bilimsel
bilgi düzeyim çok çok arttı. Lüfer konusunda en çok bilgi sahibi olanlardan
birsi haline gelebildim 3 senelik sürec içerisinde. Aslında bu böyle olmamalı
.Bu konuda bir çok genç bilim adamı olmalı. Bir fon bulabilmeliler.
Teşvik edilebilmeliler. Keza diğer balıklarda,
su ürünlerinde, diğer canlılarda, koruma alanlarında, bir
çok konuda bizim çalışan insanlarımız olmalı. Üstelik
bu çalışma ve araştırma bilgim; her ne kadar benim altyapım
bu da olsa buna yetmemeli aslında.
Belgeselde Güney Amerika ve Avustralya’dan
da goÅNrüntüler var. Peki; bu goÅNrüntüleri nasıl elde
ettiniz?
M.G: Bu goÅNrüntüleri açıkçası temas kurarak elde
etmiş olduk. İnternet üzerinden temas kurduk ve çeşitli
ülkelerden (Avustralya, Sırbistan, Amerika gibi ) elde
edildi. Cünkü; olanaksızlıklar dolaysıyla oralara gitme
ve çekim yapabilme şansımız olmadı. Onun içindir ki;
böyle bir yolu seçtik. Sağolsun arkadaşlar da bizi kırmayıp
goÅNrüntülerini gönderdiler.
Lüfer /Bluefish’de Tan Morgül, Defne Koryürek,
Banu Dökmecibaşı, Serco Eksiyan gibi konuyla
alakalı pek çok önemli kişinin goÅNrüşlerine yer verdiniz.
Bu isimlerin oÅNyküleri aslında ayrı birer belgesel konusu. Siz ileride
bu isimlerle alakalı belgesel çekmeyi düşünüyor musunuz?
M.G: Pek çok değerli insanın goÅNrüşlerine yer verdim. Onlarla dostluğumuz
devam ediyor. Mutlaka bir su altı fotoğrafçısı olarak bir yerde yollarımız
buluşacaktır ve bir takım başka şeylerde yapacağızdır. Belki bir TV Belgeselinde
buluşma şansımız olacaktır. Neden olmasın?
Peki ileride yeni çalışmalarınız olacak mı? Olacaksa ne gibi bir çalışmayı
göreceğiz?
M.G: Evet ileride yeni bir çalışmamız var. Çok daha önceden çekimlerine
başladığımız belgesel serisinin ikinci boÅNlümü olan Orfoz ve Deniz Koruma
Alanları var. 5 senelik bir çalışmanın ürünü. Onun da montajına
başlamak istiyoruz ama destek bulmamız gerekiyor ki; montaja girebilelim.
Cünkü yine animasyonlar yapılacak. Yine bir sürü insan çalışacak ve emeği
olacak. Yapımcısından tutun da montajcısına. Onun için de belirli bir miktar
nakitte ihtiyacımız var. Bir de uzun metrajlı bir belgeselimiz olacak. Bajular
ve Deniz Çingenleriyle alakalı. Bunu da Malezya’da Borneo’da. çekimleri
yapıldı. Onun da kurgusunu bitirip daha maceracı global bir soruna eğiliyor
olacağız. Mercan restorasyonu ve deniz mercanlarının yok olmasıyla alakalı
global bir konu. Onu da kurgulayıp bitirmek istiyoruz aslında. Bunları bitirip
oÅNnümüzdeki sene içinde iki çalışmamızla izleyicilerin karşında olacağız.
Lüfer /Bluefish’in yönetmeni olarak belgeselinizin
zorlu tarafları bu sürecte neler oldu?
M.G: Belgeselin en zorlu noktalarından bir tanesi
de açıkçası Lüferi çekebilmek oldu. Cünkü; gırgır
ağları, troller, dalyanlar olsun pek çok tehlikeli noktaya
daldık. Güvenliksiz bir şekilde oldu bazıları. İmkansızlıklar
oldu. Uzun bir sürece yayıldığı içinde;
başarılı olduk ve bu çekimler belgesele sanırım yansıyor.
Ancak en çok zorlandığımız noktalardan birisi
de destek bulamamak oldu. Bulabildiğimiz destek
de maliyetin ancak ücte birini karşılayabildi. Kendi
cebimizden karşıladık. Pek çok insan da yardımcı
oldu. Mali destekte bulunanlara da çok teşekkür ediyoruz.
Başvuruda bulunduğumuz çeşitli yerlerden ya
olumsuz yanıt aldık; ya da yanıt vermediler.
Türkiye Deniz Canlıları Rehberi’nin de yazarısınız.
Bu çalışmadan sonra da isminizi duyanlar
oldu. Peki tepkiler neler oldu?
M.G: Evet; Türkiye Deniz Canlıları Rehberi’nden
sonra yaptığımız İrme, Lüfer, Doğa Rehberi gibi çalışmalarla,
denizlerle alakalı, tatlı su canlılarıyla alakalı
yaptığımız çalışmalarla doğa ile ilgili canlılarla
alakalı ve alanlarla alalı bir çok problemi aktarmaya çalışıyoruz. Çok zor
şartlarda oluyor. Ama güzel doÅNnüşler oluyor. İnsanlar kucaklıyorlar. Ancak
bir şekilde yılmadan devam etmeye çalışıyoruz. Tepkiler iyi ve güzel yönde.
Ama daha çok olmasını isteriz. Daha çok insan bu tarz şeylerle uğraşsın isteriz.
Gündelik hayatlarındaki mücadeleyi bırakıp, doÅNnüp doğaya bakıp
;nerde olduklarını, topraklarına, denizlerine, nerede yaşadıklarına, ne yediklerine
biraz bakıp; doğayı korumak gerekliğini duysunlar. Bizle beraber seslerini
yükseltsinler. Arzu ederiz
tabi ki.
Mesleğinizde idol olarak
örnek aldığınız ilham kaynağı
olmuş birileri var mı ?
M.G: Belgeselcilikte “İdol olarak
,örnek aldığım birileri var mı?”
derseniz “Yapımlar var ve ekipleri
var. ” diye yanıtlarım. Yani; Kaptan
Kusto zamanlarına çok yetişemedik.
Kücükken hepimizin de
bir idolüydü: Kaptan Kusto. Ama;
bu zamanda da çok güzel çekilmiş
belgeseller var. Bu konudaki
en son örneklerden birsi de; Racing
Extinction’dı. Yok olmaya yüz
tutmuş canlı türlerini korumaya
çalışan bir grup goÅNnüllü ve aktivistin
hikayesi işleniyordu. The Blue Planet de çok beğendiğim bir belgeseldi.
Hepimizde farklı bir takım goÅNrüşler uyandırdı.
Sizin bir çok anınız olmuştur muhakkak ki gündelik hayatınızda .
Bize ilginç anılarınızı paylaşabilir misiniz?
M.G: Pek çok anım oldu tabi. Pek çok enteresan şeylerle karşılaştık bu
çekimler esnasında. Bunların içinde en ilginçlerinden birsi de filmin içinde
de goÅNrülen tek başına goÅNrdüğüm dalyanlardan dışarıya çıkmaya çalışan lüferdi
. Yarım saat boyunca izledim. Fotoğraflar çektim ve Magma Dergisinde
yayınlandı. GoÅNrüntülerde de izleyeceksiniz zaten; inanılmaz bir çene
kuvveti ve dişlerinin kesinliği var Lüferlerin ve farkındaydı kesebilme imkanının
olduğunu. Ve o çene kuvvetiyle de; çelik ağları kesmeye çalışıyordu.
Bunu sürekli yapmaya devam ediyordu. Tabi ki; kesemedi ve çok hüzünlü
bir goÅNrüntüydü. İpler ve ağlar çok güclü. Ama onun goÅNrüntüsü de akıldan
çıkmayacak bir goÅNrüntü. Ağları delmeye çalışan ve oÅNzgürlüğüne kavuşmak
isteyen Lüferin goÅNrüntüsü…
Son olarak Tünaydın Gazetesi okuyucularına ileteceğiniz mesajlar
neler?
M.G: Tünaydın Gazetesi okuyucularına söylebileceğim bir belgeselci
ve doğa fotoğrafçısı olarak verebileceğim mesajlar şunlar olabilir. İnsan unsuruna
çok önem veriyoruz. Bütün problemimiz insan sıkıntıları. İşte bir taraftan
bir başka tarafa göçen; zulüm gören zavallı insanlar. Savaşlar,
insanların oÅNlümü, insanların bir takım sıkıntıları, aç kalmaları, yemek bulamaları
gibi hep insan üzerine .Biraz doğaya, çevreye, etraftaki canlılara yok
olan türlere de bakabiliyor olmamız gerekiyor. Bizim; biraz kafamızı kaldırıp;
goÅNkyüzüne, yeryüzüne, denizlere, ormanlara bakabiliyor olmamız gerekiyor.
İnanın bana. Eğer bunları kaybedersek; zaten insan problemi kalmayacak
!Cünkü; ne beslenebilecek. Ne barınabilecek. Herhangi bir ortam bulabileceğiz.
Doğayı gücsüz zannediyoruz ama doğa çok güclü. İnsan problemini
zamanı geldiği zaman çözebilir. Bunun farkında olmamız gerekiyor. Bizim
belgeselimiz bir uyanış çağrısıdır. Doğanın sesini ve haykırışını anlatmaya
çalıştık. Yani yok olacak olan doğa değil; biziz. Doğa geriye alır. Tünaydın
Gazetesi’nin değerli çalışanlarına ve size çok teşekkür ediyorum .
Editör: SİNAN ERDOĞDU