SON DAKİKA
reklam
reklam

O GECE-13

Köşe Yazarı: ATİLLA ÇİLİNGİR   Eklenme Tarihi: 8 Mayıs 2021, Cumartesi - 11:10   Okunma Sayısı:

Savaş, yaşam, ölüm! Üç bilinmeyenli denklem… Savaşta neler yaşayacaklardı? Savaştan sonraki hayatları nasıl olacaktı Ya savaşın ölümleri? Savaşın parçaladığı hayatlar? Sevdiklerini kaybedenlerin, savaş sonrasında yaşayacakları bilinmezlikler?

             Ölmek, yaşamak, yarınlar, kader ve daha bir sürü düşünceler! Beşparmakların öte yanından gelen silah sesleri arasında uyuya kaldılar… Birkaç saat sonra gün doğumuyla birlikte başlayan karşılıklı çatışmalar, yeni günün kötülüklerini bir anda serivermişti önlerine…

               Aslında Rum mevzileri darmadağın edilmiş, verilen hedefler kısa sürede ele geçirilmişti. Ama yine de dağ muharebeleri devam ediyor, Rum komandolarıyla birlikte adada bulunan Yunan ordusuna mensup subaylar, dağınık olsalar da yeniden mevzilendikleri yerlerden Türk askerlerine ateş etmekten geri kalmıyorlardı! Ama onlar da karşılığını misliyle alıyorlardı. Türk topçusu, havanları anında karşılık veriyor, belirlenen Rum hedeflerini darmadağın ediyorlardı…

           Bugün adaya geldiklerinin beşinci günüydü! Her iki taraf arasında ateş kes ilan edilmiş; taraflar bulundukları bölgelerde mevzilenmişti. Ancak her iki tarafta karşılıklı olarak, uzun menzilli silahlarla birbirlerine taciz ateşi açıyor, özellikle geri bölgelerde mevzilenmiş lojistik malzemeye, destek birliklerine zayiat verdirmeye çalışıyorlardı…

           Üst birlikten gelecek ikinci bir emre kadar, tabura silah ve cephane yönünden eksikliklerini tamamlanması emri verildi. Tabur birliklerinin personel zayiat raporuna göre şahadet mertebesine erişen kahraman Mehmetçiklerimizle, yaralanıp da cepheye dönemeyen gazilerimizin yerine adaya yeni gelen evlatlarımızdan takviye yapılmaya başlamıştı.

             Bu noktada şehit olan kahramanlarımızın ailelerine nasıl haber verilecekti? Savaşın ilk günü öncesinde Mersin Ovacık’taki o küçücük postaneden çektikleri telgraftan sonra ne onlar ailelerinden bir haber alabilmişlerdi, ne de ailelerine hayatta oldukları haberini ulaştırabilmişlerdi…

           Yıldırım Üsteğmenin bölüğünden iki şehit, dört yaralı gazi vardı. Şehitlerinden bir tanesi, bölüğünün depo çavuşu Mehmet’ti. Diğer şehidi ise Türkiye’den hareket etmeden bölüğüne yeni katılan erlerden Bingöllü Nevzat’tı.

           Yıldırım Üsteğmen Mehmet Çavuşu, ilk gün boğaz bölgesindeki Rum mevzilerine taarruz ederken görmüş, köy ele geçirilip de pişirmiş olduğu tavuk sonrasında, köyde yapılan aramada tim komutanı olmuş, köyün hemen dışında gizlenen bir Rum birliği ile karşılaşmışlar, çıkan çatışmada ne yazık ki, o akşam şahadet haberi gelmişti. Allah rahmet eylesin. Çok çalışkan, güvenilir gözü pek bir yiğitti. Yıldırım Üsteğmenin en sevdiği, güvendiği çavuşlarından bir tanesiydi. Onun için onu bölüğünün depo çavuşu yapmıştı. Mukadderat işte, yapılacak bir şey yoktu. Artık onun yuvası ata yadigârı Yavru Vatan topraklarıydı…

             Saatler ilerlemiş, o günü de aç ve susuz bitirmek üzereydiler. Ama tam bu esnada bulundukları yerin birkaç yüz metre ilerisinden 6-7 kişilik bir asker grubunun, yanlarında iki Kıbrıs Eşeği olduğu halde onlara doğru geldiğini fark ettiler!

      Yıldırım Üsteğmen, boynundaki dürbünle gelenlere baktı! Şaşırmıştı? Yüksek sesle onlara doğru seslendi:

   - Hey, bu tarafa doğru gelenler kimsiniz? Yanınızdaki eşeklerin üzerindeki yükler nedir?

   Gelen grubun içinden bir tanesi:

   - Komutanım; ben taburun çevre emniyetinden sorumlu tim komutanı Nevzat Çavuş; yanımdaki askerler benim timimde görevli. Yüklerini sorduğunuz eşekler ile yanlarındaki askerler, Kıbrıslı Mücahitler. Hemen yakınımızdaki mücahit birliğimizden geliyorlarmış. Oradaki Türk Mücahit komutanı, bize iki karavana kavurmalı pilav göndermiş sıcacık, komutanım…

          Yıldırım Üsteğmen önce duyduklarına inanamadı, nutku tutulmuştu!

      Açlık, midesine öylesine vurmuş olacak ki! ‘Sıcak yemeği’ işittiğinde guruldayan midesi, onun yerine cevap vermişti sanki!

       Yıldırım Üsteğmen;

     - Tamam, oğlum; gelin buraya bakalım diyerek, onları yanına çağırdı.

   Çevre emniyetinden sorumlu timle, beraberindeki mücahitler; Kıbrıs eşeğine yüklü iki karavana etli pilavla birlikte tabur komutanının da bulunduğu bu yere geldiler.

       Mücahitlerden birisi tabur komutanını selamlayarak;

    - Komutanım, bu yiyecekleri mücahit tabur komutanımız Ahmet Hamdi Bey gönderdi. Götür bu yiyecekleri Mehmetçiklerimiz sıcak sıcak yesinler, dedi. Biz de buraya gelirken, taburunuzun devriyeleriyle karşılaştık. Onlar da alıp bizi buraya getirdiler.

        Tabur Komutanıyla birlikte orada bulunan diğer rütbelilerin hepsinin gözleri buğulanmıştı… Bu yüce yürekli insanlar, kendileri de aç olduğu halde, ellerindeki erzakı pişirmişler, bir de sıcak sıcak yesinler diye Mehmetçiklerimize göndermişlerdi. İşte hangi coğrafyada olursa olsun, Türk Milletinin bireyi olmak böyle bir şeydi. Hele ki, adada Rumlar tarafından topluca katledilmelerine ramak kala, Türk askerinin koşa, koşa Kıbrıs’a gelmesi, onları ölümün eşiğinden çekip alması söz konusuysa.

        Böylesine yüce bir davranış, ancak onlardan gelebilirdi. Kıbrıs Türk Halkı tek vücut olmuş, elinde avucunda ne varsa Türk askeriyle paylaşıyor, yapabileceği ne varsa onu yapıyordu. Gerektiğin de bu topraklar için; hiç tereddüt etmeden hayatlarını da feda ediyorlardı. Ankara’dan hareket ettikleri günden beri İlk kez şimdi, sıcak bir yemeğe kaşık sallayacaklardı. Yıldırım Üsteğmen, tabur komutanının emriyle; iki kazan etli kavurmadan bir tanesini, yakın çevredeki askerlerinin yemesi için onlara gönderdi. Diğer kazandaki etli pilavdan, az da olsa tabur merkezinde bulunan rütbelilere paylaştırdı. Kalanını da habercisini yanına çağırtarak, cephenin en ucundaki nöbetçilere götürmesi emrini verdi.

            18 Temmuzdan beri yedikleri bu yemek, yaşadıkları savaş günlerinin en güzel ödülü olmuştu. Kıbrıs Türk’ü Mehmetçiği bağrına basmış, yılların hasretini gideriyordu. Adada yalnız olmadıklarını bir kez daha anladılar…

       Ertesi gün yine çok sıcak başlamıştı… Temmuz sıcağını daha da ısıtan savaş ortamına alışmışlardı ama o susuzluk yok muydu, o susuzluk? İşte buna dayanmak çok zordu. Savaşın ilk günkü cehennemi ortamından sonra susuzluklarını giderecek türlü yöntemler bulmuşlar, en azından hayatlarını böyle idame ettirmeye çalışmışlardı. Önce inme bölgesinin çevresinde bulunan üzüm bağlarında henüz yeni, yeni salkımlaşan iri taneli üzümlerden yiyerek susuzluklarını gidermişlerdi… Savaşın üçüncü gününden itibaren, Beşparmak Dağlarının yamaçlarındaki Rum mevzilerini, köylerini ele geçirdikçe, buralardaki limon ve portakal ağaçlarından topladıkları meyveler; susuzluklarını bir nebze olsun giderebiliyordu. Bir de dağlık arazide karşılarına çıkan yaban armudu ağaçlarının olmuş meyvelerini yiyorlardı. Bu onların susuzluklarını gideren en çok sevdikleri meyve olmuştu…

             O gün Yıldırım Üsteğmen tabur komutanının izniyle bir devriye timi oluşturdu. Amacı; bulundukları bölgedeki boşalan üç Rum köyüne girerek ev, ev araştırma yapmaktı. Hem, böylece hala bu köylerde kalan-saklanan Rumlar var ise; onları da toplayarak esir toplama bölgesine gönderecek, belki de onların da hayatını kurtarmış olacaktı.

             Yanına bölük başçavuşu Celal’i, kendi muhafız çavuşu Yiğit’i, telsizcisini, mücahit çavuşu Abdullah’ı, bir de habercisini alarak; beş kişilik bir arama ekibi oluşturdu. Aralarında bir parola belirlediler! Kolay değil meskûn mahalde arama yapacaklardı. Bu tür aramalarda çok dikkatli olmak gerekiyordu! Köyün aranması sırasında, hiç beklemedikleri bir anda Rum askeriyle karşılaşabilirlerdi! Onların üniformaları da, mücahitlerin kıyafetine o kadar çok benziyordu ki… Ayrıca çok da iyi Türkçe konuşuyorlardı. O nedenle oluşturdukları parola sistemi, yapacakları aramalar sırasında işlerine çok yarayacaktı. Ekip son kontrollerini yaptıktan sonra hareket ettiler. Önde Yıldırım Üsteğmen, ekibin ardında bölük başçavuşu Celal, her iki yanda diğer çavuşlar ve erler…

     İlk köyün meydanından içeriye doğru girdiler. Avcı kolu düzeninde sokak aralarına doğru yürümeye başladılar. Güneş iyice yükselmiş, sıcaklık da oldukça artmıştı… Köyün terk edilmiş hali yürekler acısıydı… Evlerin kapıları, pencereleri kırılmış; sokak kapıları ardına kadar açıktı! Köyün sokaklarında, evlerinin bahçesinde başıboş dolaşan özellikle domuzlardan, kedilerden, köpeklerden, kümes hayvanlarından başka bir canlı yok gibiydi… Köyün köpekleri onları görünce, tehditkâr bir şekilde havladılar! Ama baktılar ki, gelenlerden herhangi bir zarar yok, merakla, Üsteğmen Yıldırım ve arama ekibini izlemeye başladılar… Arama timi uzun süre köy sokaklarını, evlerin içini, hatta çatı aralarını bile aradı, dolaştı… Ancak, köyün terk edilmişliğinden başka bir şey bulamadılar.

       Köye çok kötü bir koku sinmişti! Büyük bir ihtimalle ya insan cesetlerinden, ya da hayvan leşlerinden gelen ağır bir kokuydu bu… Ancak yapacakları da bir şey yoktu! Bütün bunlar savaş ortamının görüntüsü, ölümün kokusuydu…

          Rumlar bölgeden kaçarken, kullandıkları temiz su kuyularını zehirlemiş, hayvan leşlerini, insan cesetlerini bu kuyulara atarak kirletmişlerdi…

       Ama Üsteğmen Yıldırım, köyü ararken önemli bir şeyin farkına vardı! Her Rum evinin üstünde güneş enerjisiyle çalışan ısıtma tesisatları vardı. Bunlar, evlerin içindeki su depolarıyla irtibatlıydı. Anlaşılan o ki, köyde oturanlar, sıcak su ihtiyacı için güneş enerjisini kullanıyorlardı. Aslında oldukça ekonomik, akıllıca bir kullanım şekliydi bu. Hem de teknolojinin doğal enerjiyle birleşmesiydi. Yıldırım Üsteğmen; ‘’İşte şimdi asıl keşfi yaptık’ ’diye düşündü! Çünkü onlar için hayati öneme haiz su kaynağını bulmuştu. Bu onlar için hazine değerindeydi. Köyün tüm evlerinde bulunan bu su depolarından su ikmali yapabilirlerdi… Ancak bu sular çok sıcaktı, zehirli de olabilirdi! Bu nedenle Yıldırım Üsteğmen, tim personeline hiçbir şekilde bu sudan içilmemesi emrini verdi. Depolarda tespit ettikleri sular ancak zehir kontrolü yapıldıktan, su temizleme tabletleriyle temizlendikten sonra içilebilecekti.

           Ayrıca, köyün suları savaş nedeniyle kesildiğinden, tesisattan akan su da yoktu! Güneş enerjisiyle ısınan depoların suyu da haliyle çok sıcacıktı. Ancak her ne olursa olsun, çok da sıcak olsa bu sulardan istifade etmeye karar verdiler.

           Yıldırım Üsteğmen, bu amaçla girdiği ilk Rum evinin banyosuna doğru ilerledi. Banyo kapısını kontrol ettikten sonra yavaşça açtı. Banyonun küvetine doğru yaklaştı, su musluğunu açtı. Kısa bir süre sonra musluktan koyu kahverengi bir su akmaya başlamıştı. Su aktıkça beyazlaştı, sonra dupduru bir renk aldı. Elini suyun altına tuttu, hafiften sıcaktı. Ama içilebileceğine de emindi…

          Bunun üzerine Üsteğmen Yıldırım; tespit ettikleri bu su depolarından, tabura su taşımak için evlerden kap, kova türü ne bulunursa getirilmesi emrini verdi. Tim personeli kısa zaman içinde üç-beş kova bulmuşlardı. Bu kaplarla taşıyacakları su, şimdilik onlara yetecekti! Nasıl olsa bölge gibi, su depoları da artık onların kontrolündeydi…

         Üsteğmen Yıldırım, başını iki yana sallayarak, mırıldandı: ‘’Ne günlere kaldık Allah’ım? İnsanların banyo, çamaşır, temizlik ihtiyacı için kullandıkları suyu, susuzluğumuzu gidermek için kullanacağız!’’

         Evet, ama savaş ortamından çok adanın cehennemi sıcağına direnebilmeleri için ihtiyaçları olan yegâne şey de suydu. En nihayetinde günler sonra da olsa, suya ulaşmışlardı…

               Evlerden temin ettikleri su kaplarını, köydeki evlerin su depolarından ağzına kadar doldurdular. Yıldırım Üsteğmen de çevreden bulduğu bir kovaya su doldurmuştu. Neşe içinde Tabur merkezine doğru hareket ettiler…

             Bir iki sokak geçmişlerdi ki, bir evin içinden yüksek bir ses tonuyla birisinin şarkı söylediğini duydular! Savaş alanında şarkı söyleyen birisi..!

                 Bu nasıl bir vurdumduymazlık, ya da nasıl bir cesaretti?

               Yıldırım Üsteğmenin işaretiyle, oldukları yere sinip, ellerindeki silahlarını o eve doğrulttular. Üsteğmen Yıldırım, Celal Başçavuşla göz, göze geldi! Başıyla evi işaret ederek, oraya doğru yavaşça sürünmeye başladılar. Eve yaklaştıkça, duyulan ses daha da belirginleşmiş, yüksek sesle arya okuyan bir erkek sesi duyulmaya başlamıştı… Evin kapısına geldiklerinde, ikisi birden aniden ayağa kalkıp, evden içeriye daldılar. Üsteğmen Yıldırım, sesin geldiği yöne doğru hızla koşarak, elinde ki silahı doğrulttu, kuvvetli bir tekmeyle sesin geldiği oda kapısını kırarcasına açtığında gördüğü manzara güler misin, ağlar mısın türündendi!

           Taburun yedek subaylarından Asteğmen Nahit; banyoya girmiş bir taraftan yıkanıyor, bir taraftan şarkı söylüyordu. Banyonun kapısına astığı Thomson makineli tabancası da ona eşlik ediyordu. Nahit Asteğmen, Üsteğmeni karşısında görür görmez neye uğradığını şaşırmıştı! Hiçbir şey söylemeden elleriyle örtünmeye çalıştı..!

Yıldırım Üsteğmen, üzerindeki şaşkınlığı atlatır, atlatmaz adeta gürledi:

        - Sen ne yapıyorsun burada Nahit? Bu ne hal, bu ne disiplinsizlik? Yahu burası savaş alanı. İstanbul’daki Galatasaray Hamamı mı sandın burayı? Bir de şarkı söylüyorsun. Ne üniforman kalmış, ne silahın? Derhal giyin. İki dakika sonra seni evin kapısında göreceğim, diyerek, banyo kapısını Asteğmen Nahit’in suratına çarparak dışarı çıktı…

reklam

MOBİL UYGULAMAMIZ

HABER ARŞİVİ


Merhaba Sevgili Okurlarım. 


KÖŞE YAZARLARI

reklam
reklam