İstanbul’u gezmek, İstanbul’u tarih kepçesiyle yudumlayıp tanımak… 1998 yılında emekli olunca “Kalelerin Dili ve Yoros Kalesi” isimli kitabımı hazırlamaya başlamıştım. İstanbul surları başlı başına bir kaleydi. Belki de birçok kişinin başaramadığı veya imkân bulamadığı bir eyleme imza attığım için kendimi mutlu sayıyorum.
Topkapı surlarını en gizli köşelerine kadar girip gezmek resimler çekmek… Evet, bu çalışmalar tamı tamına 15 gün sürmüştü. Yenicami’den başlayıp Balat, Edirnekapı, Topkapı, Marmara sahillerine döndükten sonra, Yenikapı, Topkapı Sarayı ve Galata Köprüsü’nde biten bir serüven.
Gezdiğim her an düşünce yoğunlaşmasıyla geçiyordu. Acaba bu kapalı mekân hapis odası olarak mı kullanılmıştı, kiler odası mıydı? Şu burcun merdivenleri çok dar; acaba tansiyon hastası bir Bizans askerine burada nöbet tutturulmuş muydu? Surların içinde kaç kuyu vardı, Suyun merkezi neresiydi ve burçlara kadar ikmal nasıl ve neyle yapılıyordu? Burçta yaralanan bir Bizans askeri aşağıya nasıl indiriliyordu? Harp cerrahisi nasıl, tıbbi imkânlar nelerdi?
Eczacılığın gerçek anlamda bir meslek karakteri alması Antik Çağ’da Yunan, Roma ve Bizans’la başladığı, Ortaçağ’da İslam dünyasında geliştiği ve Rönesans öncesinde Avrupa’da tamamlandığı[1] kesin olmasına rağmen harp cerrahisi gibi özellik arz eden bir hususta ilgi çoktur; ancak elimizde fazla bilgi yoktur.
Dini inançlardaki farklılıklar sebebiyle Bizans’tan kovulan Nasturiler, yani patrik Nastorius ve arkadaşları, önce Urfa civarında Edessa’da, oradan da kovulmaları üzerine M.S. V. Yüzyılda İran’ın güneyinde Hozistan eyaletinde Cond-i Şapur’da önemli bir hastane ve tıp okulu kurmuşlardır. Burası zamanla şarkın ve bütün İslam âleminin en ünlü hekim ve eczacılarını yetiştirmiştir. Böylece İran kadar diğer yakın şark ülkeleri de artık Mezopotamya’nın etkisinden kurtularak eski Yunan tesirine girmiştir.[2]
Düşünebiliyor musunuz 1071 yılında Alpaslan ordusu Malazgirt’te Bizans ordusuyla muharebeye tutuşmuş… Kargıyla karnı deşilmiş, kılıçla kolu bacağı kopmuş insanların tedavisi nasıl olacak? Narkoz yerine kullanılan neydi? Neşter kullanılıyor muydu?
*** *** ***
Bugün İstanbul-Eminönü’nde Mısır Çarşısı diye anılan kapalı bir çarşı vardır ki, Bizans devrinde Ceneviz ve Venedikliler tarafından yapılmış olan bir kapalı çarşıdır. Makron Envolus adıyla anılırmış. Zamanla harap olan bu çarşı, Yeni Cami inşaatı ikmal edilirken IV. Mehmet (1648-1687)’in annesi Turhan Sultan tarafından 1662 yılında onartılmış ve camiye vakfedilmiştir.
Uzun bir süre medrese-okul olarak kullanılan bu kapalı çarşı, sonradan mollaların ve öğrencilerin isyan etmesi üzerine tekrar çarşıya çevrilmiş ve 1942 yılına kadar Mısır çarşısı adıyla kullanılmıştır. 1942’de Vakıflar İdaresince yeniden tamir edilen çarşı her ne kadar bakımlı ve ayakta ise de aktarların çoğunun dağılması nedeniyle sadece kapalı bir çarşı olarak görülmüştür.
*** *** ***
Kitabeler[3], Allah’a, Peygamber’e ve sultanlara övgülerle başlayan, daha sonra araya sokulmuş şiirsel parçalarla mimarın hayatını anlatan birbirinin aynı bir düzen izlerler. Binaların betimlemeleri daha sonra gelir, yapılmalarına ait öyküler, kişisel sorunlara, kıskançlıklara, meydan okumalara dair öyküler, kimi zaman araya mimari ile ilgili öğretici pasajlar sokularak anlatılır.
Son metin genellikle mimarın başarılarını belgeler, onu bir kahraman olarak kutlar. Sinan metinlerinde biz genellikle Sinan'ı, gelecek kuşaklarca anımsanma ve takdir edilme arzusunu dile getirir görürüz.
Anlatı birçok yönden önemlidir. Önce, kahramanı kültürün söylencesel tarihi figürleri arasına koyar, aynı zamanda onu, okuru da içine alan teklifsiz bir günlük ilişki içinde daha yakına getirir. Anlatıcı metin, yaşamı; apaçık bir ardıllığı, bir başlangıcı ve sonu olan, anlaşılabilir, özlü bir şey olarak sunar - kısacası, yaşamı bir yapma-etme olarak sunar. Barthes’ın da dediği gibi, günlük yaşamın temsilleri ve ayrıntıları 'gerçekliğin sanrısal tadı'dır (bir zamanlar var olan maddiliği). "Ayrıntıyı, içinde kolayca yer alabildiğim küçücük özel sahneyi çağıran da düşlemin kendisi değil midir?"
Yani, anlatı mimariyle ve onun yaratılış hikâyesiyle olan deneysel ilişkiyi unutmaz. Mimarinin niteliklerini, biçimsel betimlemenin yapamayacağı bir şekilde açık ve hayal edilebilir bir hale koyar. Anlatı aynı zamanda bir meşrulaştırma yoludur.
[1] Bedi N. Şehsuvaroğlu, “Eczacılık Tarihi Dersleri”, İstanbul-1970, İÜ yayın no: 1582, İÜ Kütüphanesi, s: 13
[2] A.g.e, s: 85
[3] Rüknü Özkök, “İstanbul’un Sessiz Kitabeler”, İş Bankası Kültür yayınları, İkinci Baskı-Kasım 2016