SON DAKİKA
reklam
reklam

Yaşar Geler Hocamızın Çıldır Anıları -2

Köşe Yazarı: DİLARA CEREN TÜRKMEN   Eklenme Tarihi: 22 Ocak 2022, Cumartesi - 22:33   Okunma Sayısı:

Ben çocukluğumda pek köy ortamında kalamadım. Malum ilçe merkezinde yerleşik olduğumuzdan köyü pek bilmezdim ama, ailemin köy kökenli olmasından dolayı organik bir bağım vardı. Ancak ne yalan söyleyeyim tamamen o yaşama özlem duyan bir hayat yaşadım diyebilirim. Fakat o yaşamı yaşarken, köylerle de zaman zaman haşır neşir olurdum. Nasıl mı? Şöyle ki; babamın Eskibeyrehatun köyünden olması nedeniyle, yaz aylarında okullar tatil olduğunda hemen köye giderdik. Köyde yapılan tarımsal faaliyetlere katılır, yaşıtım kuzenlerimle birlikte onların yaşadıklarını yaşamaya çalışırdım. Çocuklar, köylerde gerçek yaşamın tam merkezinde bulunurlar. Asıl işçiler, ameleler, çobanlar, komiler çocuklardır köylerde. Kaz otlatmak için çocuklar kullanılır. Kuzu otlatmak için çocuklar kullanılır. Tarla sürmek için, hodaklık dediğimiz yerde çocuklar bulunur. Koyun sağımında, koyunları sağıcı kadınlarımıza sürmek için çocuklar kullanılır. Hatta en önemlisi de evin tüm getir-götür işleri çocuklara emanetti. O yüzden gerçek yaşamın tam göbeğindedir çocuklar köylerde. E bu kadar vasfa sahip olan bir çocuk dünyasına gıpta etmek, onlar gibi olmak istemez miydim? Belki oradaki çocukların bıkmış olduğu o hayatı yaşamak için ben ise, can atıyordum. Onlara gıpta ediyordum. Harmanda gem sürmek hayatımın vazgeçilmez bir tutkusuydu. Gem sürmek işini bilmeyenler için kısaca açıklamakta yarar vardır. Tarladan toplanan arpa ya da buğday başakları sapları ile birlikte getirilir harman yerine serilir, sonra da kendi ürettikleri tarım aracı olan gemlerle ezilerek, parçalanarak taneler saplardan ayrıştırılır, sonra da savrularak taneler ve saman dediğimiz hayvan yemleri tamamen birbirinden ayrılırdı. Gem’ le ayrıştırma işi iki türlü idi; birincisi öküzlerin koşulduğu gemler vardı, ikincisi ise atların koşulduğu gemler vardı. Ben en çok atların koşulduğu gemlere binmek isterdim. Çünkü, onda özgürlük vardı, hız vardı, adrenalin vardı, kendine güven vardı ve en önemlisi de güce karşı kendini ispat vardı.

Ben bu işleri yapmak için daha çok annemin köyü olan Kenarbel köyünü tercih ederdim. Rahmetli dayım, beni çok sever ve bir dediğimi iki etmezdi. O yüzden orada kendimi daha özgür hissederdim. Köye gittiğimde at geminin kaptanı mutlaka ben olurdum. Ne mücadeleler verirdim o Gem’e binmek için. Kenarbel’ in benim hayatımda çok farklı anlamı da vardı. Belki çocukluk aşklarıydı ama o köye gidebilmek için hafta sonunun gelmesini iple çekerdim. Hatta rahmetli babam izin vermezdi girmem için ama rahmetli dayımla gizli saklı giderdim köye. Çocukluk aşkını görebilmek için. Zaten aşkının ne olduğunu da bilmeden. Şimdilerde anlıyoruz ki, o zamanların aşkları da bir başkaymış.

Tarla sürme işi de bir başkaydı köylerde. O hayatı yaşamayan bir çocuk var mıdır, bilmem ama. Yaşamayan hiçbir çocuğun olduğunu düşünemiyorum. Tarla sürmede çocuklar, sabahın köründe, daha gün ışımadan kaldırılır uykulu bir vaziyette öküz arabasının boyunduruğu üzerinde yola koyulur, tarla sürülmeye başlandığında yine aynı mevkide gün boyu çalıştırılır ya da öküzlerin yönlendirilmesinde rol alırdı çocuklar. Acaba Anadolu çocuğu gibi, o küçücük bedeni ve yaşına rağmen yaşamın tam merkezinde yer alan bir güç gibi başka bir güç var mıdır, dünyada? Ya da dünyanın her hangi bir köşesinde.

Şimdilerde kaz yemek için onlarca para verip, o tadı alabilmek için yarışan tüm Anadolu insanının içinde kalan taddır kaz eti tadı. O yüzden yüzlerce insan bir araya gelerek kaz geceleri yaparlar şimdilerde kentlerde. Çünkü, kaz kültürünün merkezinde emek vardır. Bu emeğin tam merkezinde de yine çocuk vardır. Köylerde sırf kaz otarsın, kuzu otlatsın, dana otlasın diye nisan ayından itibaren okullara gönderilmezdi çocuklar. Hatta eylül ayında da ha keza, harman işlerinde çalışacak diye yine okullara gönderilmezdi çocuklar. Hiç unutmuyorum, bizim aile daha yeni ayrılmaya başlamıştı. Yani amcalar falan herkes bağımsız aile olma yolunda demokratik bir şekilde mal paylaşımı yapılarak kendi aile güçlerini oluşturmak için ayrılık başlamıştı. Biz de Çıldır’daki fırını almıştık ayrılıkta payımıza düşen hisseyle. Fırınla beraber birkaç tane inek te verilmişti bizim hissemize. Hayvanları Çıldır’daki evimize daha henüz getirmiştik. İnekler ve danalar halkın nahırıyla birlikte otlatmaya gönderildi. Akşam hayvanlar dönerken herkes gider hayvanını sürüden ayırır alıp evine götürürdü. Bende köy yaşamı eksik olduğundan annem rahmetli danaları seçmem için beni gönderdi. Hayvan tanıma becerim olmadığı için, danalarımızı bir türlü seçip eve getiremedim. Bir tanesi kaybolmuştu. Gece dışarıda kaldığı için de Purut köyünün (Eşmepınar) düzünde kalmış ve gece kurtlar parçalamıştı zavallı danayı. Sabah olduğunda köyden gelenler görmüştü. Bu kadar köy yeteneksiz bir çocukluğum geçti diyebilirim. Ben daha köy hayatının daha çok magazin, özenti ve eğlence bölümündeydim. O yaşamı bilmediğimden özlem duyardım, köy yaşamına. O yaşlarda onlarca, yüzlerce çocuk benim yaşadığım hayatı yaşamaya özenirken, ben de o çocukların yaşadığı hayatı yaşamaya özenirdim. Ne garip bir değil mi?

Şimdi öyle mi? Tüm tarım modern sanayi araçlarıyla yapılmaya başlandı. Tarlalara, çayırlara atılan o hayvansal doğal gübrelerin yerini kimyasal gübre ve ilaçlar almaya başladı. Hatta ve hatta hayvan yemleri bile hazır sanayi üretimi besinlerle giderilmeye çalışıyor. Modernleşme, çağa ayak uydurma harika bir şey, ama bununla birlikte kimyasallardan kaynaklı oluşan yüzlerce virüs ve buna bağlı hastalıklarla boğuşan, mücadele eden milyonlarca insan. Kontrolsüz sanayileşme ve modernleşmenin olumsuzlukları ne yazık ki canımızı acıtıyor. İşte Çıldır’da tarım ve hayvancılık o noktalardan bu noktalar ulaştı. Tüm insanlığa sağlıklı bir yaşam diliyorum.”

reklam

MOBİL UYGULAMAMIZ

HABER ARŞİVİ


Merhaba Sevgili Okurlarım. 


KÖŞE YAZARLARI

reklam
reklam