SON DAKİKA
reklam
reklam

Boş kafalarla çözüm üretmek

Köşe Yazarı: Cengiz BAYSU   Eklenme Tarihi: 25 Kasım 2022, Cuma - 19:00   Okunma Sayısı:

Ülkemizin kısık ateşe konmuş bir tencere gibidir. Zamanı gelince tencereden taşacak ve infial yaratacak konular kaynatılmaktadır. Ben yüksek ateşe her zaman karşıyım. Yüksek irtifalı konuşmalardan da hoşlanmam. Bizim memleketimizde insanların tepeden bakma hastalığı vardır.

 

Halkın toplandığı bir köy meydanına ilçenin kaymakamı gelir. Yanında jandarma komutanı veya ilçe emniyet müdürü vardır. Milletin eli ayağı tutuşur. Oysa bunlar devletin memuru halkın hizmetkârı değil midir? Devletin en tepesindeki adamın bile gösteremediği ciddiyet içerisindedirler. Ağzından çıkacak söz MGK’dan çıkmış kadar halkın anlayamayacağı dildendir. Alt tarafı köye su bağlanacaktır.

 

Kanun maddesi, hükümet kararı, valilik emri derken zaten akşam olur. Halkla bütünleşmek adına kahvede bir toplantı yapılır, burada da vizyonsuz boş vaatler, kuru gürültüler, yağ çekmeye niyetlenen birkaç kişinin yılışık gülmeleri ile son bulur.

 

Dostlar toplantısından

Edebiyatçı, resim öğretmeni, mimar, bir emekli ve ben sohbeti sürdürüyorduk. Ülkemizde meydana gelen olayları farklı göstermeye çalışan kişi ve gruplar vardı. Bu insanları nasıl tanımlamak, doğruyu nasıl anlatmak ve birliğimizi nasıl sağlamak gerektiği üzerinde yoğunlaşmıştık.

 

Mimar Cem Aydın’ın tanımlama bölümünü kendi terminolojisiyle ortaya koyması hepimizin hoşuna gitmişti. Taş gibi görünen tahta… Bakır gibi görünen plastik… Ağaç gibi görünen seramik… Nitelikleri farklı olan bu yapı malzemeleri elbette aynı değerde değildi. Elbette kullanım süreleri ve dayanma güçleri de farklıydı. Ve konuyu anlatmak bakımından yeterliydi… 

 

Kafa yormadan çözüm aramak

Bu ülke, Osmanlı döneminden beri yaptıkları birtakım çatlaklıklarla “Avcı, Deli” gibi padişahlarla, “Öküz, Semiz, Hadım, Daltaban, Topal, Meyyit, Kör, Keçiboynuzu, Mere, Deli, İbşir” gibi lâkaplarla anılan sadrazamlarla yönetilmiştir.

 

Etrafındakilere devamlı bağıran, aldığınız paranın hakkını verin diye çıkışan, “meşveret”i bir yana koyarak sadece emir veren büyük adamlarla (!) bugünlere geldik. Kimse onlara “Ne bağırıyorsun be adam? Türkiye seninle mi var oldu? Senden önce de vardı ve bundan sonra da olacak” diyemedi. Bunun adı yönetim değil “güdüm” idi. Güdüldük. Küresel değerleri benimseyemediğimiz sürece güdülmeye de devam edeceğiz.

 

En yüce din bile bizi hizaya getiremedi. Nice insan yalan söyleyip bir de üzerine yemin edebiliyor. Söze ve randevuya sadakat, yasalara itaat kalmadı. Büyüğe hürmet, küçüğe merhametten söz edemiyoruz. Mayamızı kim bozdu, kodlarımızla kimler oynadı?

 

Fasulye sırığı

Kaleme alacağım bir yazıya nasıl başlamam gerektiğini düşünüyordum. Şimdi aklıma geldi. Bu yazıyı bir kez daha yazmıştım. Günün önemine binaen yeniden yazmak istedim.

 

Biraz şiirsel ve edebî olması için çabalıyordum; ama yine beceremedim. Yazımın konusu, yıllarca kazanamadığı vasıfları bir gecede kazanarak genel müdür, başkan veya yönetici olanlarla ilgiliydi.

 

Görgü ve masa protokolünün ağır bastığı, doğruların en kısa tümcelerle anlatıldığı, ‘âdâp erkânı’nın rahle-i tedrisinden geçtiğimiz çiçek pasajındaki notlarıma göz attım:

 

 …Yeni gelen bey, devlet dairelerinden birinde işi olduğunu ama yeni atanan müdürün tecrübe fukarası ve liyakatsiz olması nedeniyle sorununun çözülemediğini anlatıyordu. Yoksulluğun sınırlarını zorlayarak giydiği elbisesi dikkatimi çekmiş ve sonradan öğrenmiştim bu beyefendinin lisede edebiyat öğretmeni olduğunu. O gün “kenef ibriği suratlı” bir adamın kendisine yaptığı haksızlığı fıkrayla anlatıyordu bize;

 

19’uncu yüzyılın başlarında nazırlığa atanan bir kişi, göreve başladıktan kısa süre sonra yeğeninin de vali olarak atanmasını sağlamış. Neyzen Tevfik, günün birinde bu nazırla karşılaşınca;

 

    ---Kardeşinize atandığı yeni görevinden dolayı tebriklerimi iletin. Tıpkı fasulyeye benzediğini de söyleyin, demiş.

    --- O bir validir. Neden fasulyeye benzesin ki?

    --- Tamam işte. Fasulye de sırığa sarılarak büyüyor ya!

 

 

 

  

 Ölçü, saygı ve yerini bilme

Bu anlatımla yazıyı kaleme alma şeklim kolaylaşmıştı. Usûl ve erkân içinde nükteler dinlediğimiz o dem vakitlerinde rakının neyle, nerede, ne zaman, nasıl kiminle içileceği, kadehin şekli, masadaki deniz ürünleri, kıyafet, aydınlık durumu, müzik gibi konuları ‘pîr’lerimizle yaşayarak öğrenmiştik. Bu atmosfere aşina olanlarla bizim simalara yakın olmak isteyenler doldururdu masamızı.

Kaşara hanımefendi, hıyara beyefendi diyen toplumun cüruf tiplerini, iffetsiz, çalçene ve boş kafaları ibretlik vakalar olarak görür, ders alırdık. Dağarcığı boş ama çokbilmiş, mürekkep yalamış ama görgüsüz, ‘iz’an denince uzan’ dendiğini zanneden insanlarla da paylaşmıştım o masaları… ve hâlâ kayıp olarak gördüğüm o demleri.

 

 

reklam

MOBİL UYGULAMAMIZ

HABER ARŞİVİ


Merhaba Sevgili Okurlarım. 


KÖŞE YAZARLARI

reklam
reklam